küçük kurbağa küçük kurbağa
uzun zamandır bir blog yazısı yazmamıştım. zaten buraya "yazdığım" son şey de tezer özlü'den bir alıntı idi. şimdi bir şeyler karalamak istiyorum galiba. ya da bir nevi içimi dökmek. parmaklarımın klavye üzerinde hızlıca süzülüşünü seyrederken zihnimdekileri boşluğa bırakmak...
uzun zamandır dışarı çıkmıyorum. "uzun zamandır" ile başlayan bir cümle daha. "dışarı çıkmıyorum" derken evden hiç çıkmamayı kastetmiyorum aslında. çarşıya pazara gidiyorum, abur cubur alıyorum, randevum varsa doktora filan gidiyorum. "uzun zamandır" görmediğim insanlar varsa onlarla buluşuyorum ki bu ancak birkaç haftada hatta belki de ayda birkaç kez oluyor. bu insanlar da genelde aynı şehirde yaşadığım dostlarım değil, genelde yurt- ve/ veya şehirdışında yaşayan tanıdıklarım/ dostlarım oluyor zaten. yani hâlihazırda sık görme fırsatım olmayan insanlar. bu arada hazır sırası gelmişken ya da en azından bana öyle gelmişken küçük bir parantez açıp şapkalı a'yı ne kadar çok sevdiğimi söylemek istiyorum. onsuz bir hayat düşünemiyorum. onu sevmeyen, saymayan insanların yazdıklarını okurken sıkılıyorum hatta, o derece. tdk'nın ne dediği, "şapka"lara güle güle denip denmediği umrumda değil! ben çok mutluyum şapkalı a'larımla! hâlâ şapkalı a kullanmakta direnen, onları itinayla "muhafaza eden" insanları seviyorum. neyse, bu derdimi de böylece dillendirmiş oldum. kapa parantez. demem o ki, çok da "sosyal" bir hayat sürüyor olduğumu söyleyemem şu gün şu saat itibariyle. bundan rahatsız mıyım peki? sanmıyorum. mesela film festivali başladı da ortasına bile geldi ya, ben hâlâ kataloğa bile bakmış değilim. kataloğu aldım almasına birkaç hafta önce ama öylece duruyor kütüphanemin bir köşesinde. beni tanıyanları şaşırtacak bir durum gibi gözüküyor bu oysa. oysa. oysa hiç şaşırtmamalı. yıllardır kataloğa baktım, filmlerimi seçtim, beğendim, biletlerimi aldım da ne oldu? en azından yarısı yanmadı mı neredeyse? en azından şu son 5-6 senedir... her neyse, bu ayrı bir konu sanırım. ya da bana öyle geliyor. en azından şu an. şu an, şimdi, burada. şimdilik geçiyorum bunu.
demin de söylediğim gibi pek "sosyal" bir hayat sürdüğümü söyleyemeyeceğim bir süredir. bundan rahatsız filan da değilim. hatta aksine, daha da ileri gidip beni iyice eve bağlayacak bir iş yapmaya karar verdim bir süre önce. bakalım. ne olduğunu söylemem. sürpriz! normalde şiiri, oyunu, hatta öyküyü bile romana tercih eden ben şu sıralar romanlarla daha sıkı fıkı bir vaziyetteyim. zaten uzun bir süredir - bu da "uzun zamandır"ın başka bir çeşidi oluyor herhalde - piyanoyla da içli dışlıyım. bu da biraz şaşırtıcı aslında. zira tercihim genelde hep nefeslilerden - bilhassa da saksafondan - yana olmuştur. oysa bir süredir ruhuma en iyi gelen, zihnime en çok hitap eden enstrüman piyano. iki - üç sene öncesine değin klasik müzikle gayet mesafeli bir ilişkisi olan ve birkaç besteci hariç klasik müzikten uzak duran bir insan olmama karşın aylardır enn çok dinlediğim; günümü geceme, gecemi günüme bağlamasına müsaade ettiğim şey de çağdaş klasik müzik. artık neo-klasik mi diyorlar, çağdaş klasik mi, onlar da bir karar versinler canım!
tüketim çılgınlığım had safhada devam ediyorken ve yaşam alanımın her yanı her tür abur cubur ile (giymelik abur cubur, takmalık abur cubur, boyamalık abur cubur, sürmelik abur cubur, okumalık abur cubur, içmelik abur cubur, yemelik abur cubur, vs.) tıka basa dolu iken bugün bir karar aldım. daha doğrusu bu gece. biraz önce. başarılı olabilir miyim bilmiyorum bu kararımı hayata geçirmek ve sürdürmek konusunda ama öyle olsa hiç fena olmazdı doğrusu. tüketim çılgınlığıma bir son vermeye karar verdim artık! çok gerekli olmadığı sürece hiçbir şey satın almak istemiyorum. elimdekiler bana yeter de artar bile nasıl olsa.
bu az önce saydığım her tür abur cubur hayatımı - hatta işi genele vuracak olursam "hayatımızı" (böyle de sosyolog teyze gibi oldu ama hayırlısı) - o kadar çok, o kadar çok dolduruyor ki, adım atacak, nefes alacak yer kalmıyor. hayatım şeyler'in arasında, şeyler'in içinde, şeyler'in ötesinde, şeyler'in berisinde, şeyler'in dibinde çırpınarak geçiyor. ve içimden hiçbir şey yapmak - azıcık olsun hareket etmek bile - gelmiyor, gelemiyor. "minimalizm" kelimesinden nefret ederim. sakın bu kelimeyi getirmeyin aklınıza, rica ederim. sonra bozuşuruz hem bak. ben hep "maksimalist" bir insan olmuşumdur. o yüzden bu kadar çok şey'in içinde, arasında, ötesinde, berisinde ve dibindeyim zaten. çok okumalık, çok dinlemelik, çok seyretmelik, çok yazmalık çok çizmelik, çok giymelik, çok süslenip püslenmelik, çok bakımlanmalık, çok yemelik, çok içmelik... sadece bu kadar mı? tabii ki hayır. çok insan, çok arkadaş, çok tanıdık, çok aşk, çok hoşlantı. ama bu çok'ların içinde boğuluyorum galiba farkında olmaksızın. ama "çok" güzeldir değil mi? rengârenktir, türlü türlüdür, biçim biçimdir, ışıl ışıldır... offff...
georges perec'in şeyler'i geldi aklıma demin. en sevdiğim kitaplardan biridir sylvie ve jerome'un hikâyesi. bu arada beni perec'le tanıştıran özge baykan kişisine de buradan selâm yollamak istiyorum. şeyler'i yeniden okumalı galiba, evet.
çalı paylaşmıştı geçen gün facebook'ta, şimdi de benden siz sevgili gece müziği okuyucuları için gelsin! julie delpy söylüyor: "a waltz for a night"
görsel: http://ptitetoile-x3.skyrock.com/
0 yorum var!:
Yorum Gönder